Wednesday, December 2, 2020

Tebaa Ne Demek, Tebaa Nedir..?


Tebaa Ne Demek, Tebaa Nedir

    
Tebaa Ne Demek, Tebaa Nedir
Tebaa Ne Demek, Tebaa Nedir

Tebaa Nedir

Bu kelime birçok alanda kullanılan ve çok eskilere dayanan bir terimdir. Birçok kullanım şekli olduğundan dolayı farklı sosyal konularda anlamlar taşımaktadır. Hukukta kullanılan anlamında, tebaa, uyruk anlamına gelmektedir. Tebaa denilen insanlar bir devletin egemenliği, hükmü altından bulunan kişiler anlamına gelmektedir. Hukuk dışında, felsefe, psikoloji, sosyoloji ve mantık terimleri arasında tebaa sadece uyruk anlamına gelmektedir. Tebaa, yine Atatürkçülük ilkeleri arasında büyük bir devletin gözetimi, hükmü altında olan insan topluluğu anlamında kullanılmaktadır.

Tebaa daha çok Osmanlı zamanını dayanan ve Osmanlı zamanında öne çıkan bir terimdir. Peki farklı kullanım anlamları ile tebaa ne demek, tebaa anlamı nedir yazımızın devamında:


Tebaa Ne Demek

Tebaa; güçlü bir yönetime sahip olan devletin başka uyruktaki insanları gözetimi altına alarak, iç ve dış işlerinden sorumlu olması anlamına gelmektedir. Tebaa’nın daha çok Osmanlı döneminde öne çıkan örnekleri ile konuyu daha net bir şekilde açıklayabiliriz.

Osmanlı devleti sınırları içinde yaşayan her gayrimüslim kendi arasında bir cemaate bağlıydı. Bu topluluklar doğrudan millete bağlı olmak zorundaydı. Osmanlı’da bu milletlerin başında olanlar yalnızca padişahlarla ilişkili olmaktaydı. Padişahla doğrudan ilişkili olan bu liderler, vergi verme, davranışların sorumlulukları ve adalet için padişaha halk temsilciği yapmakta sorumluydu. Bu nedenle padişahlar bu gayrimüslim liderler aracılığıyla bu azınlıklıklardan haberdar ve kontrol altında olmuş oluyordu.

Her cemaat kendi dininin gerektirdiği gibi ibadet etmekte ve ayinlerini serbestçe yapabilmekte özgürdü. Padişahlar, bu konuda oldukça hoşgörülü bir tutum sergilemişlerdi. Tebaa’sında bulunan halkı dini yönden dinlerini gerektirdiği gibi yaşamalarını sağlamış, kendi halkından herhangi bir baskı olmaması içinse fermanlar vererek Tebaa yani kullarını mağdur etmemiştir.


tebaa ne demek
tebaa ne demek

Yalnız din konusunda değil, Osmanlı Devleti, Dünya’nın hiçbir yerinde görünmeyen bir sistem izlemiş ve oldukça hoşgörü barındıran politikası ile gayrimüslim halka, her alanda dini, adli, hukuki, eğitim, kültür ve idari alanda özerklik sağlamıştır. Kendi halkı hangi konularda özgürlüğü varsa, devlet içindeki adalet ve hukuk sisteminden, sosyal haklardan ve bunun gibi birçok alanda eşit şekilde yararlanma hakkı tebaa’lara da tanınmıştır.

Bir yandan da, Rumlar, Museviler ve Ermeniler, gelenekleri, dilleri ve yaşam tarzları gibi konularda Türklerden ayrı bir politikada yer almaktaydı. Bunlar Osmanlı sınırları içinde yaşadıkları halde devletin asıl önemli kıldığı kendi öz halkı ve milleti olan Türklere karşı itibarsız hale gelmeye başlamışlardı. Dik başlı ve itibarsız olan özerk topluluklar haline gelen tebaalar eskiden iyi olan gayrimüslim Türk ilişkisine zarar vermeye başlamışlardı. Gayrimüslimlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde azınlık kalan Türkler zamanla dışlanmaya başlamıştı. Böylelikle azınlıklar kendi aralarında örgütlenmeye başlayarak Osmanlı yönetiminden ayrılma düşünceleri kurmaya başlamışlardı.

Bu yüzden tebaa, yani azınlık olan uyruklar bir süre sonra tehlikeli bir hal almaya başlayarak Osmanlı halkını zor duruma sokmaya başlamışlardır. Bunlara önlem olarak ayaklanmaya çalışan tebaalar bastırılmış ve eşit haklar tanınmasının yanı sıra adalet konusundaki konusundaki yükümlülükleri de arttırılmış olmaktaydı.



Hacı Bektaş Veli Kimdir, Bektaşilik Nedir..?

Hacı Bektaş Veli Kimdir, Bektaşilik Nedir
    
Hacı Bektaş Veli Kimdir, Bektaşilik Nedir
Hacı Bektaş Veli Kimdir, Bektaşilik Nedir

Hacı Bektaş Veli Kimdir

Osmanlı devletinin yapılanmasında ilk kurulan teşkilatlardan biri Yeniçeri Ocağı’dır. Yeniçeri Ocağı kurulurken, ululardan biri olan Hacı Bektaş Veli’ye adamlar gönderilmiş ve bu ordu için duaları alınmıştır. Yani Yeniçeri Ocağı daha kurulurken, bir Bektaşi Ocağı olarak kurulmuştur.

Ertuğrul Bey ölünce, Osman Bey’in Kayı Aşireti beyi olmasında Hacı Bektaş Veli’nin etkisinin olduğu bilinmektedir. Peki Hacı Bektaş Veli kimdir?


Hacı Bektaş Veli, Türkistan illerinden Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslam dinine geçmesi için görevlendirilmiş bir İslam filozofudur. Anadolu’da yaşayanların din anlayışının daha çok ahlak temeline oturmasında etkin bir rol üstlenmiştir. Hacı Bektaş Veli, Anadolu’da tasavvuf düşüncesini yerleşmesine damgasını vuran bir kişidir ve Türk dünyasında yetişen büyük bir düşünürdür.

Hacı Bektaş Veli, Anadolu’ya geldikten sonra insanlara doğru yolu göstermeye başlamış ve kısa zamanda ünlenmiştir. Kurduğu Ahilik Teşkilatı ile Osmanlı sultanları tarafından da sevilmiş ve saygı görmüştür. Bu çalışmaları ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve sağlam temeller üzerine oturmasında oldukça emek vermiştir.

Sultan Orhan zamanında kurulan Yeniçeri Ocağı, Hacı Bektaş Veli’yi pir olarak kabul etmiş ve disiplinini ve manevi yaşamını ona bağlamıştır. Yüzyıllar boyunca da bu böyle olmuştur. Yeniçeriler ile halk arasında hep bir yakınlık olmuştur. Tarihte hayırlı olay (Vak’a-i Hayriye) olarak bilinen Yeniçeri Ocağı’nın kapatıldığı 1826 yılına kadar Bektaşilik anlayışı devam etmiştir.

Alevi Nedir

Bektaşilik Nedir

Bektaşi tekkelerinin yeniden açılması 1862 yılında olmuştur. Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından sonra geçen 36 yıl boyunca Bektaşilik dile getirilmemiş, kimse Bektaşi’yim diyememiş ve Bektaşiler hakkında konuşmak suç olarak görülmüş, buna karşılık Bektaşiliği karalamak serbest olmuştur.

Milli mücadele başlamadan önce (Aralık 1919) Atatürk ve arkadaşları, Hacıbektaş ilçesine gelmiş ve Hacı Bektaş’ın torunlarından birinin konağında kalmış, birlikte yemek yemişlerdir. Bektaşi büyükleri hem milli mücadeleye destek sözü vermişler hem de ciddi bir para desteği sağlamışlardır (1800 altın).

Hacı Bektaşi Veli Kimdir
Hacı Bektaşi Veli Kimdir

Bektaşiler, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselme zamanında olduğu gibi, Cumhuriyet’in kurulması ve gelişmesine de katkı sağlamışlardır.

Bektaşilik nedir diye soranlara Bektaşilik, aslında diğer bütün tarikatlar gibi klasik bir tarikattır cevabı verilebilir. Bektaşilik tamamen İslam dini kurallarına sahip çıkar. Ancak genel olarak bakıldığında günümüzde bazı kişiler, ideolojileri doğrultusunda yeni iddialar ortaya atmakta ve Bektaşiliği laikliğin simgesi olarak görmektedir.


Tarihi gerçeklere bakılırsa 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılınca Bektaşiler kendilerini tanıtmak için Alevi kavramını kullanmışlardır. Bugün de bu konuda çeşitli spekülasyonlar yapılmaktadır.

Alevilik örneğin, Suudi Arabistan’da ve İran’da Hz. Ali’nin soyuna mensup olmayı ifade ederken, Azerbaycan’da Hz. Ali’yi tanrı olarak kabul etmeyi ifade eder. Yani Aleviliğe, farklı yerlerde farklı anlamlar yüklenmektedir. Ülkemizde ise Alevilik dendiği zaman Bektaşillik kasdedilmektedir. Bugün hala Alevilik ve Bektaşilik konusu bir din problemi olan görülmektedir ve tamamen siyasi anlamda ele alınmaktadır. Oysa laiklik devletimizin temel ilkesidir ve din, mezhep ve tarikatlar karşısında devletimiz adil ve eşit bir duruş sergilemek zorundadır.


Bektaşi Ne Demek

Moğol istilaları sonrasında Selçuklu Devleti’nin Anadolu’daki gücünün zayıflamaya başladığı dönemde insanlara birlik ve beraberlik inancını aşılayan ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasına ön ayak olan Hacı Bektaş Veli’nin kurduğu Bektaşilik tarikatı yüzyıllar boyunca Osmanlı Devleti’nin askeri ve siyasi yönetiminde etkili olmuştur. Tamamen Hacı Bektaş Veli’nin inançlarından ve düşüncelerinden doğan Bektaşilik tarikatı, bugünkü şeklini on altıncı yüzyılda tarikatın başına geçen Balım Sultan zamanında almıştır.

bektaşilik nedir
bektaşilik nedir

Önceleri Yeniçeri Ocağı içinde sağlam bir yer edinen Bektaşilik, Osmanlı Devleti tarafından himaye edilmiş ve halk arasında da kısa sürede yayılmıştır.

On yedinci yüzyılda Bektaşilik Balkanlar’a ulaşmış, Tuna boylarında ve Arnavutluk kıyılarında bile taraftar bulmuştur.

Sultan Abdülaziz döneminde Bektaşilik tarikatı yeniden canlandırılmaya çalışılsa da, Cumhuriyet döneminde 1925 yılında tekke ve zaviyeler tamamen kapatılınca Bektaşilik de tamamen sona ermiştir. Yine de Bektaşilik inancın etkileri bugün de varlığını devam ettirmektedir. Bektaşi ne demek sorusuna kısaca bu tarikata bağlı kişilere Bektaşi denir cevabı verilebilir.

Bektaşilik İnanışı

Bektaşilikte ikrar ve cem adı verilen iki büyük ayin yapılmaktadır. İkrar ayini, Bektaşiliğe giriş törenidir. Bu ayin, kırk kapı olarak bilinen bir tasavvuf anlayışına dayanır. Bu anlayışın temelinde, Hacı Bektaş Veli tarafından dini inancı belirlemek için uygulanan dört kapı ve onar makam şeklinde ifade edilir. Bu kapılar şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarıdır. Her kapının kendi içinde de onar tane makamı bulunmaktadır.

Bektaşilik inancına göre insanlar Allah’a ulaşabilmek için bu kapıları ve kapılardaki on makamı geçmek zorundadır.

  • Şeriat kapısı iman etmeyi esas alır. Bu kapıdaki on makam şunlardır:
    • İman
    • İslam
    • İlim
    • İhsan
    • Evlenmek
    • Helal yemek ve giyinmek
    • Sünnet ehli olmak
    • Şefkat ve merhamet göstermek
    • Helal kazanmak ve faizden uzak durmak
    • İyiliği yapmak kötülük yapmamak
  • Tarikat kapısı tövbe etmeyi ve Allah korkusu taşımayı esas alır. Bu kapıdaki on makam şunlardır:
    • Tövbe etmek
    • Şeyhe bağlanmak
    • Başı tıraş etmek ve tarikat elbisesi giymek
    • Korku ile ümit arasında olmak
    • Hizmet etmek
    • Nefse hakim olmak
    • Sadece Allah’a inanmak
    • Hırka, makas, seccade, icazet, ibret ve hidayet kazanmak
    • Bütün yaratılmışlara sevgi göstermek
    • Aşk, şevk ve kanaat
  • Marifet kapısı sahip olunması gereken erdemleri esas alır. Bu kapıdaki on makam şunlardır:
    • Edep
    • Allah korkusu
    • Nefis terbiyesi
    • İkrar ve tasdik
    • Haya ve utanmak
    • Cömertlik
    • İlim
    • Sükunet ve miskinlik
    • Gönül adamı olmak
    • Kendini bilmek
  • Hakikat kapısı insanların bir gün toprak olacağını esas alır. Bu kapıdaki on makam şunlardır:
    • Toprak gibi alçak gönüllü olmak
    • Bütün yaratılmışlara aynı gözle bakmak
    • Allah’ın kendisine verdiği gibi başkalarına ikramda bulunmak
    • Ölmeden önce nefsini yok etmek
    • Hiçbir yaratığa zarar vermemek
    • Konuştuğu zaman sadece hakkı ve doğruyu söylemek
    • İyi ve olgun insanların yoluna girmek
    • Kerametlerini gizlemek
    • Sabırlı olmak ve Allah’a dua etmek
    • Allah’ın sırlarına ait manevi bilgiyi öğrenmek

Bektaşiler yol gösterici olarak Hazreti Muhammed’i, rehber olarak da Hazreti Ali’yi kabul ederler. Pirleri ise Hacı Bektaş Veli’dir. Bektaşilik, İslam kültüründe etkili olan 12 tarikattan biridir. Bektaşiler Kuran’ı son kutsal kitap olarak, İslamı da son din olarak kabul etmektedir.

Fıkralarda Bektaşilik

Bektaşi fıkralarında Bektaşi, yaşamı ve insanı seven, duygulu, şakacı, yaşamın gerçeklerine eğilen, zeki, ölçülü konuşan ve güleryüzlü bir sohbet insanı olarak ifade edilir. Bu fıkralarda Bektaşiler hep eleştirel bir kişiliktir, ama karşısındaki insanı hor görmez, küçük düşürmez, argo ve tahrik edici söz söylemez ve genel çözüm yollarına odaklanır.

Bektaşiler tanrıya ve onun kurallarına samimiyetle inanır. Bektaşi’nin asıl amacı insanları eğlendirmek değil, güldürürken eğitmek ve öğretmektir.

Yapılan bir inceleme sonuçlarında göre fıkralarda yer alan Bektaşilik inancı çarpıcı sonuçlar vermektedir. Şöyle ki;

  • Tanrıya inanma konusunda Bektaşiler, imanı zayıf kişiler olarak gösterilmektedir (34 fıkranın 23’ünde).
  • İçki konusunda hemen hemen bütün fıkralarda Bektaşiler içki içen insanlar olarak gösterilmektedir (48 fıkranın hepsinde).
  • Ramazan ve oruç konusunda yine bütün fıkralarda Bektaşiler oruç tutmayan insanlar olarak gösterilmektedir (46 fıkranın hepsinde).
  • Cami ve namaz konusunda bütün fıkralarda Bektaşiler camiye gitmeyen ve namaz kılmayan insanlar olarak gösterilmektedir (19 fıkranın 18’inde).
  • Cennet, cehennem, peygamber, abdest, dua ve kurban gibi konularda Bektaşiler, olumsuz tavır sergileyen insanlar olarak gösterilmektedir (18 fıkranın 15’inde).

Bu fıkralara bakılacak olursa, fıkralarda yer alan Bektaşi tipi, tanrıya inancı zayıf olan, içki içen ve oruç tutmayan, namaz kılmayan ve dini duyguları kuvvetli olmayan kişidir. Ancak Bektaşi değerlerinin fıkralardaki bu yansıma şekli doğru değildir. Bektaşilik ile temsil edilen felsefe, bu fıkralar ile İslam anlayışının dışındaymış gibi aktarılmak istenmiştir. Oysa Bektaşilik birlik ve dirliği esas alan, dostluk, kardeşlik ve dayanışma üzerine kurulu bir anlayıştır. Bu konuda belki Bektaşi fıkralarının kaynaklarına inmek ve sebep sonuç ilişkileri üzerine derinleşmek gerekir.

Kısaca fıkralarda yer alan Bektaşi algısı, hiçbir şekilde gerçek Bektaşilik değerleri ile örtüşmemektedir.

Habbaz Ne Demek, Kısaca Habbaz Nedir.?

 Habbaz Ne Demek, Kısaca Habbaz Nedir
    
Habbaz Ne Demek, Kısaca Habbaz Nedir
Habbaz Ne Demek, Kısaca Habbaz Nedir

Habbaz ne demek? Farklı kullanımları ve yaygın anlamı ile habbaz nedir? Osmanlı döneminde, günümüzün fırıncılarının yaptığı işi yapanlara habbaz denirdi. Ancak habbazların ne yapacağı ve yapacakları işin nasıl olacağı direkt Osmanlı padişahları tarafından belirlendiği için, o zamanlar habbazların işi fırıncıların yaptığı işten çok daha teferruatlı ve zordu.

Dönemin padişahlarından bazıları, ekmek yapan ve satanlara, yani habbazlara ferman yolu ile detaylı bir çalışma şartnamesi verir, eğer habbazlar buna uymazlarsa ağır şekilde cezalandırılırlardı. Günümüzde pek çok kişi habbaz ne demek bilmese de, bu tarihi kültürümüzün bir parçası olduğu için merak edenlerin olacağını düşündük.


Örneğin Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Osmanlı toprakları 24 milyon km2 ve nüfusu 34.350.000 kişi civarındaymış. O zamanlar Dünya’nın en kalabalık şehirlerinden biri olan İstanbul’da ise ekmek yapımı için bir günde 200 ton buğday tüketimi olmaktaymış. Bugün halen adı un kapanı olan yerden, tahıl temini yapılır ve habbazlar saray tarafından belirtilen ölçüleri baz alarak, ekmek yaparlarmış.


Habbaz Ne Demek

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, habbazlar Osmanlı döneminde ekmek yapan ve satan kişilere verilen mesleki bir isim imiş. Ancak kendi aralarında sınıflandırılan habbazlar, Osmanlı dönemi şartlarında habbaz nedir dendiğinde, saray habbazı, ordu habbazı ve genel çarşı habbazı olarak değişik görevler üstlenmiş kişilermiş. Osmanlı döneminde çok üzerine düşülen bu meslek, çeşitli kaidelere tabi tutularak yaptırılırmış. Örneğin saray habbazları, Bursa’dan gelen en kaliteli buğdayları, Göksu deresindeki değirmende öreterek, elde ettikleri yüksek kalitedeki un ile has ekmekler hazırlamaktan mesulmüş. Bu ekmekleri padişah, sultanlar ve üst mevki kişiler yiyebilirmiş. Yine balkanlardan gelen buğday öğütülerek elde edilen ve fodula adı verilen undan ekmek yaparak, diğer saray erkanına ekmek pişirmek, saray habbazlarının işi imiş.


Ordu habbazları ise yine iki çeşit ekmek yaparlarmış. Yüksek rütbeliler için foduladan yapılan beyaz ekmek ve düşük rütbelilere de meyane unu denilen undan yapılan esmer ekmek pişirilirmiş.

Çarşı habbazları ise ferman yolu ile verilmiş ölçülere tabi olarak, ekmek pişirir ve satarmış.


Habbaz Nedir

Habbazlar, Osmanlı döneminde belirli kaidelere uyarak ekmek pişirip satmaktaydı. Kendi evinde ekmek pişirmek isteyen halkın buğdayını öğütme işi de, genellikle habbazlar tarafından yapılırdı. Bu kaidelere örnek vermek gerekirse, padişah fermanı ile düzenlenmiş olan ve günümüz Türkçesine çevrilmiş, kanunname aşağıdaki gibidir.

habbaz nedir
habbaz nedir
  • Halkın ununun ve buğdayının zarar görmemesi adına, habbazların tavuk beslemesi yasaktır. Sadece bir adet horoz besleyebilir o da vakti anlamak için.
  • Habbazların değirmeni boş bırakmaları yasaktır ve işlerini yaparken çok dikkatli olup yaptıkları işleri en iyi şekilde yapmalıdır.
  • Değirmenin bakımından ve iş görürlülüğünden habbazlar sorumludur.
  • Habbaz pişirdiği ekmekleri belirtilen şekilde pişirmeli ve belirlenen fiyatlarla satmalıdır.

Habbaz nedir sorusuna karşılık verilen cevaplar ile birlikte, diğer görevlilerden de bahsetmek gereklidir. Ekmek üretimi için gerekli personel sayısı, habbaz tarafından belirlenir ve bu doğrultuda, habbazin-i hassa(ekmekçi başı) elekçiler ve hamur karıcılar görevlendirilirdi.

Hasan Tahsin Kimdir, Hasan Tahsin Hayatı..


    
Hasan Tahsin Kimdir, Hasan Tahsin Hayatı
Hasan Tahsin Kimdir, Hasan Tahsin Hayatı

Hasan Tahsin

Osmanlının son zamanlarındaki sancılı günlerinin yaşandığı 1900’lü yılların başlarında, Mondros mütarekesi imzalanmış ve işgal yılları olarak adlandırılan dönem başlamıştı. Bu dönemde ülkemizin farklı köşelerinde, farklı ülkelerin kuvvetleri marifetiyle işgaller başlamış, batı bölgesinde ise Yunan işgali söz konusu olmuştu. Çanakkale mücadelesinin ardından, farklı cephelerdeki durumlar sebebiyle imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması, batı bölgelerinde yaşayan halkın büyük tepkisini almış, özellikle İzmir’in Yunanistan tarafından işgal edilecek olması, büyük olayların fitilini ateşlemişti. Hasan Tahsin kimdir sorusuna farklı tarih araştırmacılarından farklı cevaplar alınsa da, işgal sonrasında en büyük tepkiyi veren millet kahramanı cevabı ortak paydada durur.

Kimileri kişiliği hakkında ve uyruğu konusunda farklı söylevlerde bulunur, kimileri de yaktığı ateşin, işgal kuvvetlerinin niyetlerini değiştirdiğini ve işgalin ardından büyük taarruz’a yani milli mücadeleye kadar sürecek hareketi başlattığını savunur. Bizim tarih anlayışımız içerisindeki yeri ise o zaman İzmir ve tüm batı işgaline karşı, ilk kurşunu sıkan, gerçek milli mücadeleyi başlatan halk kahramanı olduğu yönündeki bilgilerin doğru olduğu inancıdır.


Hasan Tahsin Kimdir

Hasan Tahsin, Recep Hasan Tahsin ve Rabia Hanımın 1888’de Selanik’te doğan oğludur. İlköğrenimini Mustafa Kemal ATATÜRK gibi Şemsi Efendi’de okumuştur. Orta öğrenimi için Selanik Fevziye Mektebi’ne giden Tahsin, parlak zekâsı ve tahsil hayatındaki başarılarıyla göz doldurarak, İttihat ve Terakki Cemiyeti bursu ile Paris Sorbonne Üniversitesinde Siyasal Bilimler eğitimini tamamladı. Üniversite eğitimi sırasında yaşanan Trablusgarp savaşını, yakın arkadaşı Mısır’lı öğrenci lideri pozisyonundaki Şeyh Dayef ile mitingler organize ederek, protestolarda başrolü üstlendi.

Hasan Tahsin Kimdir
Hasan Tahsin Kimdir

İttihat ve Terakki Cemiyeti halk adına girişimci olan Hasan Tahsin’e, Paris’te çeşitli görevler verildiği ve Osmanlı mücadelesi adına Teşkilat-ı Mahsusa için bazı rolleri de kabul ettiği bilinir. Bu vazifeleri sırasında, İngiliz istihbaratı ve İngiliz hükümeti adına Osmanlıya karşı çalışmalar içerisine girmiş olan Buxton Kardeşler’e kurduğu tuzak ile Bükreş’te suikast düzenledi ve yakalanarak 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1916 yılında, Alman hareketinin Bükreş ilerlemesinden fırsat bularak hapishaneden çıkan Tahsin, İstanbul’a döndü. Bir süre sonra verem hastalığı tedavisi adına İsviçre’ye gitmek zorunda kalmış ve tanınmamak için adını değiştirerek, Hasan Tahsin ismini kullanmaya başlamıştır. Gerçek adı olan Osman Nevres’i terk edip yeni adıyla tanınacak olan Hasan Tahsin hayatı boyunca bu adı hem milli mücadelesinde hem de gazetecilik hayatında ölene kadar kullanmıştır.


Hasan Tahsin Hayatı

Hasan Tahsin yurtdışındaki eğitimi ve giriştiği halk mücadelesiyle dolu kısacık hayatında, gazetecilik yaparak halkın her konuda birliğini ve mücadeleye olan katkılarını yaygınlaştırmasıyla tanınır. Özellikle yurdun işgal altına girmesiyle işgale karşı gizli ayaklanma ve ret girişimleri için farklı yörelerde toplanan direniş cemiyetleri, Tahsin’in kaleminden gelecek haberlere büyük ilgi gösterir, hareketlerini bu haberlerde bahsedilen durumların iziyle devam ettirirlerdi. İzmir bölgesinde ise Redd-i İlhak Heyeti Milliye adındaki direniş, Yunanistan işgaline karşı hareket etmekte ve işgalin ilk gününden itibaren adı değişse de amacı aynı şekilde, Tahsin ve arkadaşlarının izini takip etmekteydi. Hatırlanması gereken bir diğer konu ise bölgesel direniş hareketlerinin ilerleyen günlerde, milli mücadele için birlikte hareket edeceği ve milli ordunun kurulmasıyla, ülkenin topyekûn savunmasındaki rolüdür.


Direnişçiler, İzmir’in işgali için ilk adımın yaşanacağı, 1919’un 14 Mayıs gecesi, İzmir Maşatlık Meydanı’na çok sayıda yerli halk ile birlikte toplanarak, büyük protestolar yapmıştı. Limana varan Yunan kuvvetleri karaya inmek için hazırlıklarını gözden geçirirken, toplanan kalabalık milli direnişçi ve halka yüksek sesle hitaplar ve işgal kuvvetlerine karşı başkaldırı çağrıları yapmaktaydı. O dönemde belediye başkanlığı görevini yürüten Hacı Hasan Paşa ve Hukuk-u Beşer Gazetesi’nin(İnsan Hakları Gazetesi) baş yazarlığını yapan Hasan Tahsin, halka hitap ederler ve direnişe karşı en büyük çağrıyı dile getirirler. Hasan Tahsin kimdir sorusuna önemli ve farklı cevaplar verilirken o dönemde bile çıkarttığı gazetenin adındaki sır, Hasan Tahsin’in halk ve insana karşı olan bakış açısını, milli duygularını daha iyi anlatmaktadır.

Tüm kararlılığıyla ve de sert bir dil ile toplanan halka “burayı yunana vermeyeceğiz” şeklide nidalar ile direniş çağrısında bulunulmakta ve Tahsin tarafından hazırlanmış bildiriler ile düşman karşısında birlik çağrısında bulunulmaktaydı. Bütün gece süren hararetli Yunan karşıtı gösteriler ve protestolara rağmen, 15 Mayıs sabahı saat 9 sularında, Pasaport Limanından askerlerin karaya çıktığını gören İzmir yerlisi Rumlar, bayraklı alkışlı bir karşılama sahnelerler. İlk ve de son olarak akıllarda kalan ise Hasan Tahsin’in bu karşılama ile mahallelere yayılmaya başlayan Yunanistan askerlerine karşı “Olmaz! Olamaz! Böyle Ellerini, Kollarını Sallaya Sallaya Giremezler!” şeklindeki yakınması duyuldu. Kalabalık arasından duyulan birkaç ellik silah sesi ise tüm kargaşa içindeki insanları daha da ateşler. Bu sesler Hasan Tahsin’in, Relover marka silahından gelmektedir.

Yunan Efsun Alayı’nın İzmir topraklarındaki ilk yürüyüşünde, Jori Papakostos ve Basile Delaris isimli iki askerin vurularak yere düştüğü görüldü. Bazı tarih kaynaklarında vurulan bu iki askerin, Yunanistan bayrağını ve sancağını taşıyan Bayraktarlar olduğu ve Hasan Tahsin’in bu askerleri hedef gözeterek vurduğundan bahsedilir. O tarihte 31 yaşında olan halk kahramanı, gazeteci, milliyetçi, insan hakları savunucusu ve işgale karşı, en büyük başkaldırı hareketinin sahibi direnişçilerden olan Tahsin, milli duyguları ile yaptığı saldırısından sonra, Yunan askerlerinin süngü darbeleriyle ciddi şekilde yaralandı. Kargaşa ve kaos esnasında kısa bir mesafe kaça bilen Tahsin’in hayatı, İzmir Saat Kulesi altında son buldu.


İzmir’deki bu ciddi direniş, yakın Anadolu şehirlerinden duyuldu ve direnişe karşı silahlı güçler bir araya gelerek, Yunanistan askerlerine karşı her durumda Hasan Tahsin’in anısını yaşattı. Rivayet odur ki, Çerkez Ethem himayesindeki adamları ve yöre efelerini işgale karşı topladığında,  Demirci Efe namıyla anılan bir direniş yiğidi “İzmir’de Bir Genç Düşmana İlk Kurşunu Sıktı, Bundan Gayrisi Bize Düşer!” diyerek, yöresel direnişe çağrıda bulunmuştur.

Hasan Tahsin Mezarı Nerede

İzmir’in işgali 9 Eylül 1922 yılına kadar sürmüş, aradan geçen sürede bölge halkına büyük eziyetler edilmiş ve Ankara’ya göz diken Yunan askerilerine karşı alınan zaferlerle, son bulmuştur. Bu süreçte ülkemizin farklı yerlerindeki direniş ve milli kuvvetlerin başarısı da göz ardı edilemez. Hasan Tahsin kimdir kısaca anlattığımız yazımıza, ölümünden sonra farklı kaynakların bildirdiği mezarı konusundaki açıklamalara yer verelim.

1973 yılında, Hasan Tahsin anısına İzmir’in Konak ilçesinde Büyükşehir Şehir Belediye’si binası yanında görkemli şekilde “Hasan Tahsin İlk Kurşun” anıtı ve heykeli açılışı yapılmıştır. İzmir’i ziyaret edenlerin en önemli durağı haline gelen anıt, işgal günlerinin sergilendiği bir abidedir. Genel bir inanış olarak, dile getirilen ve tam olarak kanıtlanmamış bilgilere göre, Hasan Tahsin’in mezarı, ailesi tarafından Harmandalı’ndaki bir çiftliktedir. Ayrıca, Tahsin’in severleri tarafından İstanbul Üsküdar, Bülbül Mezarlığı’nda gıyabında bir mezar oluşturularak, adı ve anısının yazılı olduğu mezar taşı dikilmiştir.  Hürriyet ve halk kahramanı Hasan Tahsin, kurtuluş mücadelesinin simge isimlerinden birisi olarak, her yıl Çanakkale Zaferi, İzmir’in İşgal ve Kurtuluşu, Kurtuluş Savaşı ve benzeri milli günlerimizde anıtı başta olmak üzere, İstanbul’daki temsili mezarında da anılmaktadır. 


Mehmet Akif Ersoy Kimdir, İstiklal Marşını Nerede Yazdı..?

Mehmet Akif Ersoy Kimdir, İstiklal Marşını Nerede Yazdı
    
Mehmet Akif Ersoy Kimdir, İstiklal Marşını Nerede Yazdı
Mehmet Akif Ersoy Kimdir, İstiklal Marşını Nerede Yazdı

1873 yılının aralık ayında dünyaya gelen Mehmet, Akif İstanbul Fatih’te doğmuştur. Babası tarafından Akif’e verilen ilk isim Ragıyf’dır. Telaffuzu oldukça zor olan bu isim çevresinde yaşayanlar tarafından oldukça zor söylenmekteydi. Bu yüzden isminin Akif olarak anlaşılması ve zaman içerisinde Ragıyf ismi kullanılmamıştır. Mehmet Akif babasının verdiği ismi uzun süre kullanmıştır. Babasının vefat ettiği zamana kadar bu ismi kullanmıştır. Daha sonra da Akif ismini kullanmıştır. Mehmet Akif Ersoy kimdir sorusu ile ilgili ayrıntıları ve ailesi hakkında bilgileri aktaracağız. Makalemizde yaşamından kesitler ve çocukluğuna dair birçok ayrıntı yer almaktadır.



Mehmet Akif Ersoy Kimdir

Fatih Medresesi müderrislerinden birisi olan Mehmet Tahir Efendi 1826 yılında doğmuş ve 1888 yılında vefat etmiştir. Annesi Emine Şerife Hanım 1836 yılında dünyaya gelmiş ve 1926 yılında vefat etmiştir. Babası Tahir Efendi Emine Hanım’ın ikinci kocası olup, vefat eden kocasından kalma evde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. 45 yaşında Emine Hanım ile evlenen Tahir Efendi’nin Mehmet Akif’in doğumundan iki yıl sonra da bir kız evlatları olmuştur. Temizliğe çok önem veren Tahir Efendi Âlim ve Nakşibendi tarikatına mensup olan dindar bir kişidir. Temizlik konusunda çok hassas olmasından dolayı da kendisine temiz Tahir Efendi lakabı verilmiştir. Annesi de aynı şekilde temizlik konusunda çok titiz ve dindar bir hanımefendi idi.

Siyasal Bilgiler Fakültesinde eğitimi sürdürürken babasını kaybetti. Babasını kaybettikten sonra Halkalıda bulunan Veterinerlik Fakültesine kaydını yaptırdı. Parasız yatılı okulunu kaydını yaptıran Akif okulu birincilikle bitirmiştir. 1893 yılında Ziraat Bakanlığı Veterinerlik işlerinde görevine başladı. Veterinerlik işleri Müdür Yardımcı olarak 1913 yılına kadar görev yaptı. 1913 yılında istifa ederek görevi bıraktı. 25 yaşına geldiğinde veznedar olan Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet Hanımla evlendi. Yine aynı yılda Maarif Dergisinde şiirler yazdı. Resmi Gazetede de şiirler yazarken Fransızca, Arapça ve Farsçadan yaptığı çevirilerde yayınlandı. Baytarlık okumasına rağmen şiir merakı hiç bitmeyen Mehmet Akif 1906 yılında öğretmenliğe başladı. Resmi yazışma usulü derslerine giren Akif 1908 yılında Edebiyat Fakültesinde Osmanlı Edebiyatı dersi verdi. Başarılı bir geçmişe sahip olması öğrencileri tarafından da sevilen bir kimliğe sahip olması onu birçok konuda başarıya ulaştırdı. Kısa zamanda kendini geliştirerek büyük başarılara imza atmayı başaran milli şair birçok alanda adından söz ettirmeyi bilmiştir.


Mehmet Akif Ersoy Hayatı

Fatih’te bulunan Emir Buhara isimli mahalle mektebinde eğitime başladı. 2 yıla yakın süre burada eğitim aldıktan sonra ilkokula gitti. İlkokula gittiği sene babasından Arapça eğitimi almaya başlamıştır. Tahir Efendi Mühürdar Emin Paşa ailesinin hususi muallimi olarak görev yapıyordu. Emin Paşa’nın oğullarına eğitim vermekte ve onlarla hususi olarak ilgilenmekteydi. Yaz aylarında Yakacık’taki köşkte, kışın ise Emin Paşa’nın Bakırcılarda bulunan konağında ders veriyordu. Yaz aylarında köşke giden Tahir Efendi odanın bir tanesinde ikame ediyordu. Hem Türkçe hem de Farsça dersleri vermekteydi. Akif’te bu derslere iştirak ediyor aynı zamanda onlarla arkadaşlık ediyordu.

Bunun dışında babasından Arapça dersi almaya da devam ediyordu. Mehmet Akif Ersoy hayatı içerisinde eğitim her zaman öncelikleri arasında yer almıştır. Eğitim konusunda bu denli geniş alanlara sahip olmasında aldığı eğitimin birebir olması büyük etki oluşturmaktadır. Farklı dilleri de öğrenmesi her zaman ona katkı sağlamıştır. 1882 yılında rüştiyeye başlamıştır. Ortaokul eğitimi aldığı dönemlerde şiir ile tanışmıştır.


Şiir merakı ilk olarak rüştiye yıllarında başlamış ve sürekli olarak şiir kitabı okumuştur. Okuduğu ilk şiir “Leyla ve Mecnun” olduğunu belirten Mehmet Akif ilk çalışmalarını da yine bu yıllarda yapmıştır. Sürekli olarak birlikte ders çalıştığı arkadaşı Mahmut Kemal ile manzuma yazmıştır. Rüştiye mektebini 1885 yılında bitirdikten sonra meslek seçimi konusunda babası Mehmet Akif’i serbest bırakmıştır. Bu noktada Mülkiye Mektebi’ne gitmeye karar veren Akif öncelikli olarak hazırlık eğitimi almıştır. Eğitim hayatını 1889 yılına kadar sürdürmüştür. Edebiyat öğretmeni olan Muallim Naci Bey’den edebiyat konusunda eğitim almış ve kendini bu alanda geliştirmeye başlamıştır. Mehmet Akif Ersoy 27 Aralık 1936 yılında hayatını kaybetmiştir.

İstiklal Marşı’nın Hikayesi

Anadolu her taraftan sarılmış ve her yerde milli mücadele başlamıştı. Ülkenin bu süreçten geçmesinde milli ruhu yükseltmek için milli bir marşa ihtiyaç olduğu düşüncesi ortaya çıkmıştır. Genelkurmay Başkanı olan Albay İsmet (İnönü) tarafından bu marş ile ilgili düşünce ön plana çıkarılmıştır. Bu durum karşısında dönemin Milli Eğitim Bakanı ulusal marş için ödüllü yarışma düzenlenmesine karar verdi. Yarışma tüm yurtta duyuruldu ve 724 şiir yarışmaya katıldı. 724 şiir içerisinden 6 tanesi değerlendirme komisyonu tarafından uygun olduğu düşüncesi ile ayrıldı. Geri kalan şiirler ise elendi. Tekrar yapılan değerlendirmelerde ise ayrılan 6 şiirinde ulusal marş olma niteliğini taşımadığı kanısına varılmıştır. Ulusal marş konusunda bir türlü sonuca varılamaması farklı arayışlar içerisine girilmesine neden olmuştur.

Mehmet Akif Ersoy kimdir
Mehmet Akif Ersoy kimdir

Dönemim Milli Eğitim Bakanı görevini sürdüren Hamdullah Suphi Tanrıöver, ulusal marşın Mehmet Akif Ersoy tarafından yazılmasını istiyordu. Ulusal marş konusunda yarışma düzenlenmesi ve para ödülü olması Mehmet Akif Ersoy’u rahatsız etmekteydi. Bundan dolayı da yarışmaya katılmama kararı almıştı. Yapılan yarışma sonucunda ulusal marş olabilecek bir şiir bulunmamasından dolayı dostları aracılığı ile Mehmet Akif ikna edilmeye çalışılmıştır. Para ödülünün kaldırıldığına dair güvence verilmesi üzerine Mehmet Akif marşı yazmayı kabul etmiştir. Ayrılan 6 şiir ile yapılan değerlendirmeler neticesinde Mehmet Akif Ersoy’un yazmış olduğu şiir 1. olmuştur. 1 Mart 1921 tarihinde Hamdullah Suphi Tanrıöver meclis kürsüsünde şiir okudu. Şiiri okuduktan sonra son kararın meclise ait olduğunu söyledi. 12 Mart 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tekrardan toplandı. İstiklal Marşı kabul edilmiş ve ulusu temsil eden marş niteliği kazanmıştır.

Kısa zamanda herkes tarafından kabul gören ve beğenilen İstiklal Marşı büyük bir gururla söylenmeye başlamıştır. Büyük bir gurur kaynağı olan İstiklal Marşı törenlerde ve ulusal bayramlarda söylenmektedir. Temsil etme noktasında çok büyük bir öneme sahip olan marş halen saygı duyalar söylenen ve ulusal değerleri en iyi şekilde yansıtma özelliğe sahiptir. Değer yargılarını da açık bir şekilde göstermesi de ne denli değerli olduğunu göstermektedir.

Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşını Nerede Yazdı

12 Mart 1921 tarihinde meclis tarafından Milli Marş olarak kabul edilen İstiklal Marşı yazım yeri açısından da oldukça önemli etkileri sunmaktadır. Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşını nerede yazdı? Sorusu birçok kişi tarafından merak edilmekle birlikte şiir ile ilgili ayrıntılarda merak edilen konular arasındadır. 1. TBMM Burdur milletvekili olan Mehmet Akif Ersoy o dönemde Tacettin Dergâhında yaşamaktaydı. Altındağ ilçesinde bulunan dergahın yeri ve konumu itibari ile de oldukça özel bir yapısı bulunmaktaydı. Hacettepe Üniversitesi Merkez Kampüsünde yer alan dergah meclisin 1949 yılında vermiş olduğu kararla müzeye çevrilmiştir. İsmi değiştirilen dergah o tarihten sonra Mehmet Akif Müze Evi ismini aldı. Restore edilen ev 1982 yılında ziyarete açılmıştır. Mehmet Akif Ersoy’a ait olan gözlük, teşbih, yüzük kalıbı, cep saati ve tüfek yer almaktadır. 2003 yılında Mehmet Akif Ersoy büstü ve İstiklal Marşının ilk iki kıtasının bulunduğu yazı evin karşısına yapılmıştır.


Tuesday, December 1, 2020

Selahaddin Eyyubi


    
Selahaddin Eyyubi Kimdir, Kısaca Hayatı
Selahaddin Eyyubi Kimdir, Kısaca Hayatı

Tarih, başarılı komutanların askeri zaferleriyle doludur. Selahaddin Eyyubi, sağladığı askeri başarılarla, tarihe adını yazdırmış bu komutanlardan birisidir. Askeri alanda sağladığı başarılardan dolayı, 2015 yılında açılışı yapılan Hakkari-Yüksekova Havalimanına adının verilmesi, Selahaddin Eyyubi kimdir sorusunu akıllara getirmiştir. Selahaddin Eyyubinin kim olduğu ve hayatı hakkında merak ettiklerimizi, tarihin tozlu sayfalarında kapsamlı bir yolculuğa çıkarak öğrenelim.

Selahaddin Eyyubi Kimdir

Aslen kürt kökenli olduğu söylenen Selahaddin Eyyubi, 1138 yılında Tikrit’te dünyaya gelmiş, Şam’da büyümüştür. İyi bir öğrenim gören Selahaddin Eyyubi, sanatla yakından ilgilenerek, kendini geliştirmiştir. Askeri eğitimden çok dini eğitime önem vermiş, aldığı din eğitimi doğrultusunda, vicdanını ön planda tutarak önemli askeri zaferler kazanmıştır. Aslında, 26 yaşına kadar din ağırlıklı eğitim alan Selahaddin Eyyubinin hedefi, ilim ve sanatla uğraşmaktı. Ancak, amcası Esedüttin Şirkuh’un onu yanına almasıyla, ileriye dönük planları tamamen değişmiş ve tarihi kaynaklarda adı sürekli anılacak bir komutan olarak askeri hayatı başlamıştır.


Selahaddin Eyyubi’nin Askeri Hayatı

Selahaddin Eyyubi, 1164 yılında, amcasının Mısır’a düzenlediği seferlere katılmış, askeri alanda tecrübeler edinmiştir. Amcasının vefatıyla, aynı anda Suriye komutanlığı ve Mısır vezirliğine atanmıştır.

Askeri hayatına hızlı bir başlangıç yapan Selahaddin Eyyubi, zaferlerinin temelini, ilk olarak Mısır’daki fatimi halifeliğine son vererek atmıştır. Sonrasında, sünni mezhebini yayarak, Mısır ve Suriye’de fatimilerin yaydığı yanlış mezhebi durdurmuştur. Bu başarıdan sonra, aynı dönemde, bölgede hüküm süren, İsmail Zengi ve Böri Gazi komutasındaki Zengi ordusunu da yenerek, Eyyubi devletinin temellerini atmıştır.

Birlik, beraberlik ve hoşgörü sınırları çerçevesinde kazandığı bu büyük askeri başarılar sayesinde Abbasi halifesi, Selahaddin Eyyubiyi Mısır, Suriye, Yemen, Kuzey Afrika ve Filistin’in sultanı ilan etmiştir. Bu durum, Eyyubi Devleti’nin resmen tanındığının da göstergesi olmuştur ve 1171-1252 yılları arasında varlık gösteren Eyyubi Devleti resmen kurulmuştur. Böylece islam dünyasının tek halifesi olan Selahaddin Eyyubinin bu başarıları, müslümanların tek bir otorite altında toplanmasını sağlamıştır.

Selahaddin Eyyubi Kimdir
Selahaddin Eyyubi Kimdir

Selahaddin Eyyubi’nin Askeri Zaferleri

Mısır’ın tek yöneticisi olduktan sonra, müslümanları birleştirerek kendi otoritesi altında toplayan Selahaddin Eyyubinin askeri alanda işi kolaylaşmıştır. İslam birliğini kurmak amacıyla, Filistin, Mezopotamya, Mısır ve Suriye’deki tüm müslümanları birleştirdi. Bilinen en büyük askeri özelliği, ahlaklı, vicdanlı ve cömert olmasıdır. Bu özelliği ile, sağladığı birliği avantaj olarak kullanan Selahaddiin Eyyubi, o dönemde büyük katliam yapan Haçlı ordusunu yenerek en büyük askeri başarısını sağladı.

Haçlı ordusunun silah ve askeri teknikler açısından çok güçlü bir ordu olmasına rağmen Selahaddin Eyyubi, düzenli ve disiplinli bir şekilde mülümanları birleştirerek kurduğu orduyla bu zaferi kazanmıştır. Teknik ve mühimmat açısından oldukça güçlü olan Haçlı ordusu, düzen, disiplin ve komuta birliği açısından zayıftı. Düzenli ordusuyla haçlıları yenerek bölgedeki katliamı durduran Selahaddin Eyyubi Kudüsün fethi ile 1187 yılında haçlılara en etkili darbeyi vurmuştur.

Sağladığı bu başarılar, Selahattin Eyyubinin müslümanlar arasında daha çok sevilip takdir edilmesini sağlamıştır. Yenilgiyi hazmedemeyen haçlı ordusu, üçüncü seferi gerçekleştirmek için harekete geçti. Ellerinde kalan son üç kenti kurtarmak amacıyla, üçüncü sefer için askeri girişimde bulunan haçlı ordusu, tekrar başarısız oldu ve aleyhlerine olan bir anlaşma imzalamak zorunda kaldı.



Selahattin Eyyubi tarihte, sultanlık hayatını islamiyete hizmete adamış, bu uğurda kazandığı büyük askeri zaferlerle müslümanları bir arada tutmayı başarmış komutan olarak, adı günümüzde de anılan büyük bir komutan olarak bilinmektedir.

Selahattin Eyyubi’nin Başarılı Bir Komutan Olmasını Sağlayan Özellikleri

25 yıl boyunca, hem vezirlik hem de sultanlık yapan ve bu süre içerisinde tüm gücünü müslümanlara hizmet etmek için harcayan Selahattin Eyyubi, eşine az rastlanır komutanlardan birisi olarak tarihe geçmiştir. Sanata ve ilme değer veren yapısıyla, sultanlık yaptığı dönem boyunca alimleri himaye altına almış ve her yönden gelişmiş bir islam devleti için uğraşmıştır. Düşmanların acımasızlığına karşı, merhametli ve adil bir komutandı.

Müslümanlara karşı büyük katliam yapan ve kan döken haçlıları bozguna uğrattığı dönemde bile ele geçirdiği düşman askerlerine karşı iyi niyetli ve merhametli davranmıştır. En büyük silahın birlik ve kültür olduğunu düşünen Selahaddin Eyyubi, farklı ülkelerden alimler getirterek, bölgedeki müslüman halka dersler verdirmiş ve kültürel açıdan gelişmiş bir islam ordusu ortaya çıkarmıştır.

Merhametli ve iyi niyetli olduğu kadar cömertliğiyle de bilinen Selahaddin Eyyubi, Mısır ve Kudüsün fethi ile elde ettiği hazinelerden, kendisi için hiçbir harcama yapmamıştır. Harcamaları, genellikle askeri girişimler için yapmıştır.

Selahaddin Eyyubi, aynı zamanda cesur bir komutandı. En büyük silahı imanıydı. Savaşmak için yeterli ekipmana fazlasıyla sahip olan haçlı ordusunu, tek çatı altında topladığı müslümanlarla bozguna uğratması da, cesaretinin en büyük göstergesidir. En büyük hedefi, müslümanları korumak, islamiyeti yaymak ve birlik altında tutmaktı. Selahaddin Eyyubinin sağladığı başarılar, sadece askeri başarılarla sınırlı değildir.

Kültürel gelişim açısından da, müslümanları geliştirecek ve güçlendirecek birçok girişimde bulunmuştur. Kültürel olarak gelişme sağlamak için, Mısır sultanı olduğu dönemde, farklı mezheplere yönelik eğitim veren medreseler yaptırarak eğitimin önünü açmıştır. Himayesindeki şehirleri, ilim ve sanat açısından gelişmiş birer merkez haline getirmek için, maddi-manevi her türlü imkanı seferber etmiştir. Haçlıların işgali sırasında, zarar gören camilerin tadilatını yaptırmıştır. Haçlıların saray olarak kullandığı Mescid-i Aksa’yı, gerekli tadilat ve restorasyonları yaptırarak tekrar cami haline getirmiştir. Selahaddin Eyyubi, tüm askeri girişimlerini, tamamen müslümanları ve islamiyeti korumak adına yapmıştır.

Şahsiyet olarak, merhametli bir komutan olduğu tüm dünya tarafından Kabul edilen Selahaddin Eyyubi, müslümanlık adına savaşarak büyük askeri başarılar kazansa da, karşısındaki büyük katliam yapan düşman askeri olmasına rağmen, hiçbir zaman gereksiz yere kan dökmemiştir.

Selahaddin Eyyubi’nin Tarihteki Önemi

Selahaddin Eyyubi, 25 yıl boyunca, Mısır ve Suriye sultanlığı yapmıştır. Bu süreyi genellikle, at üstünde ve harp ortamlarında mücadele ederek geçirmiştir. Ortadoğu’da, 88 yıl boyunca  acımasız katliamlar yaparak çok kan döken haçlıları bozguna uğratarak, varlığına son veren Selahaddin Eyyubi, 17 erkek ve 1 kız evlat sahibidir. Eşi ise, İsmet Hatun’dur. İsmet Hatun,  Büyük Selçuklu Devleti’nin Halep atabeyi olan Nurettin Mahmut Zengi’nin eşiydi. Selahaddin Eyyubi, Nurettin Mahmut Zengin’in vefatından sonra dul eşi İsmet Hatun ile evlenmiştir.

Yaşamının çoğu zamanını savaşarak geçiren Selahaddin Eyyubi, 1193 yılında hastalanmıştır. 14 gün hasta olarak yatan Eyyubi, Şam’da vefat etmiştir. 56 yaşında vefat eden büyük komutanın kabri, Şam’dadır.

Bir komutan olarak kazandığı askeri başarılarla, yaşadığı dönemde tüm dünya tarafından takdir edilen Selahaddin Eyyubi günümüzde, Hakkari-yüksekova havalimanına adı verilince tekrar gündeme gelmiştir. Havalimanına adı verilince birçok kişinin kafasında  Selahaddin Eyyubi kimdir ve neden bu havalimanına adı verilmiştir? soruları belirmiştir.

Selahaddin Eyyubinin yaşadığı dönemde, müslümanlığı kurtarmak, yaymak ve birlik altında tutmak amacıyla yaptığı girişimler ve  adalet ile hoşgörü sınırları çerçevesinde kazandığı askeri zaferlerle, bölgedeki kanlı katliamları durdurmasından dolayı ismi, Hakkari-Yüksekova havalimanına verilmiştir. O dönemde sağladığı büyük başarılar ve islamiyet için yaptığı fedakarlıklardan dolayı Selahaddin Eyyubi, tarihin her döneminde adı, onurla anılacak bir komutandı...

Pir Sultan Abdal Kimdir..?


    
Pir Sultan Abdal Kimdir, Kısaca Hayatı
Pir Sultan Abdal Kimdir, Kısaca Hayatı

Pir Sultan Abdal Kimdir

Pir Sultan Abdal, Alevi gelenekleri içinde yetişen bir bektaşidir. Bu yüzden şiirlerinde genel olarak, aşk, tasavvuf ve yaşam mücadelesini dile getirmiştir. Özellikle de Hatayi, Kul Hüseyin ve Kul Himmet’in etkisinde kalmıştır. Bir tekkede yetişmiş olmasına ve bu kültürü almasına rağmen tasavvufun ve tekke düşüncesinin sınırlarını aşmış ve geniş halk kitlelerine seslenmiştir.

Medrese eğitimi almamıştır. Belki de bu yüzden bazı halk şairlerinin aksine Divan Edebiyatı’ndan hiç etkilememiştir. Şiirlerinde her zaman yalın ve duru bir dil kullanmıştır.
Aleviler arasında Yedi Ulular denilen ve şiirleri ile Alevi inancını insanlara anlatan ve Alevilik anlayışına ışık tutan yedi ulu ozan vardır. Pir Sultan Abdal da bunlardan biridir.


Pir Sultan Abdal, yaşadığı dönemde Osmanlı bürokrasisine karşı tutum sergilemiştir ve şiirlerinde bunu dile getirmekten çekinmemiştir. Şiirlerinde hep eski Türk kültürü ve Alevi inancı kendini gösterir.

Etkisi altında kaldığı Hatayi de Yedi Ulular’dan biridir. Aslında Hatayi, ünlü İran hükümdarı Şah İsmail’in kendisidir, ama yazdığı şiirlerde mahlas olarak Hatayi adını kullanmıştır.
Pir Sultan Abdal, Baba İshak ve Baba İlyas’ın Anadolu’da Osmanlı zulmüne karşı başlattıkları özgürlükçü ve onurlu karşı duruşun önde gelenlerinden biridir. İnancı ve siyasi bilinci yanında direnci ile de simgeleşmiş ve Alevilik tarihine damgasını vurmuştur.

Pir Sultan Abdal Kimdir
Pir Sultan Abdal Kimdir

İşin doğrusu deyişleri, 500 yıldan bugüne dilden dile aktarılarak gelen Pir Sultan Abdal hayatı hakkında çok da fazla bilgi bulunmuyor. O dönemde var olan tekkeler ve Alevi Bektaşi dergahları da ozanın yaşamı konusunda bir şeyler aktarmamışlar. Buna belki de ozanın dik başlı ve özgürlükçü duruşunun etkisi vardır. Pir Sultan Abdal kimdir sorusuna biraz da hayatından bahsederek cevap verelim:

Pir Sultan Abdal Hayatı

Asıl adı Haydar olan Pir Sultan, Sivas’ın Yıldızeli ilçesi, Banaz Köyü’nde 1480 yılında doğmuş ve yaşamının büyük bir kısmı bu köyde geçmiştir. Pir Sultan Abdal ası onun mahlasıdır. Onun yaşamı Yavuz Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın padişahlığına ve Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmasap zamanına rastlar. Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde Şah Tahmasap’ın adı sıkça geçer.


Tarihte iyilerin karşısına her zaman kötüler çıkmıştır. Musa Peygamber’in karşısına Firavun, Hz. Ali’nin karşısına Muaviye, Şah İsmail’in karşısına Yavuz Selim nasıl çıkmışsa Pir Sultan Abdal’ın karşısına çıkan da Hızır Paşa’dır. Dünyada insanlar var olduğu andan itibaren, zulüm eden ve zulüm gören hep olmuştur. Pir Sultan Abdal, ortaya koyduğu özü ile, kişiliği ile ve sözleri ile hep bir dava adamı olmuştur. Anadolu’nun bağrından çıkmış gerçek bir ozandır. Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan, dizesi onun mücadeleci ruhunu çok güzel yansıtıyor. Ancak Anadolu’da bu mahlası kullanan birçok halk ozanı olduğu da bir gerçektir.

Bazı kaynaklar, Pir Sultan Abdal’ın, Horasan yöresinden Azarbeycan’a geldiğini ve oradan Anadolu’ya geçerek Banaz Köyü’ne yerleştiğini ileri sürer. Banaz Köyü bugün de kerpiç evleri ile dikkat çekiyor. Bu evlerin bir kısmı soğuktan korunmak amacı ile yarısına kadar toprağa gömülüdür. Bu köyde Pir Sultan Abdal’a ait olduğu söylenen bir ev ve bu evin önünde ozanın yaşadığı zamandan olduğuna inanılan bir söğüt ağacı var. Ayrıca ağacın altında, ozanın Horasan’dan getirdiği sanılan bir değirmen taşı bulunuyor. Köylüler bu yerleri kutsal sayıyorlar.

Pir Sultan Abdal’a yakıştırılan bir efsane var. Bir gün hayvanları otlatırken çimenlerin üzerinde uyur. Rüyasında Hacı Bektaş Veli’yi görür. Ona der ki, senin adın bundan sonra Pir Sultan, adın her yere yayılsın, sazın da sözün de güçlü olsun, Ali’ye inananların hakkını alasın, adını ben verdim, yaşını Allah versin.

Ama bir de Hızır efsanesi var. O dönemde Anadolu halkının yüzde 80’i Alevi’dir. Ama katliamlar ve Yavuz Sultan Selim’in baskıları yüzünden Alevi’ler zor durumdadır. Banaz Köyü’nün halkı da Alevidir. Köyden yaşayan Hızır isimli genç bu durumdan rahatsız. Zamanla Hızır Pir Sultan Abdal’ın gelmiş ve müridi olmuş. Bir süre sonra ona pirim demiş, bana da yardım et büyük adam olayım. Pir Sultan Abdal düşünmüş ve demiş ki, ben dua ederim, Allah yardım ederse büyük adam olursun, belki de paşa olursun ama, bir gün gelir beni asarsın.


Gerçekten Hızır bir süre sonra Paşa olmuş ve Sivas’a vali atanmış. Bir akşam Pir Sultan Abdal’ı çağırmış ve ona yemek çıkarmış. Ancak ozan, yemeklerde kul hakkı olduğunu ileri sürerek yememiş. Hatta bunu köpeklerinin bile yemeyeceğini söylemiş. Hızır Paşa öfkelenmiş ve ozanı hapsetmiş. Ancak niyeti ozanı affetmek. Öfkesi geçince demiş ki içinde Şah’ın adı geçmeyen üç şiir söyle, seni affedeceğim. Ama Hızır Paşa’nın beklediği olmamış. Ozan İran Şahı’nı değil, Şah-ı Merdanı, yani Ali’yi anlatan şiirler söylemiş. Bu onun hayatına mal olmuş. İdamının 1547-1551 yılları arasında olduğu sanılıyor.

Kaşgarlı Mahmut Kimdir..?


    
Kaşgarlı Mahmut Kimdir
Kaşgarlı Mahmut Kimdir

Türk Dili’nin ilk sözlüğü olarak bilinen Divanû Lügati’t Türk adlı eserin yazarı Kaşgarlı Mahmut, 11. yüzyıl bilgin ve dilbilimcilerindendir. Eserleri, tüm dünya tarafından tanınan Kaşgarlı Mahmut’un, günümüzde hala korunan Divanû Lügati’t Türk eseri, tanınmasına en çok vesile olan eseridir. Kaşgarlı Mahmut kimdir, hangi yüzyılda yaşamıştır ve eserleri nelerdir? hakkında merak edilenler için, aşağıdaki yazımızı okuyunuz.

Kaşgarlı Mahmut Kimdir

Halk arasında, Kaşgarlı Mahmut kimdir diye bir soru sorsak, çoğu kişi Divanû Lügati’t Türk’ün yazarıdır der. Evet, Kaşgarlı Mahmut denildiğinde akla gelen ilk yapıt, özellikleri ile anlam ve önemi açısından Divanû Lügati’t Türk’tür. Çünkü bu eser, Kaşgarlı Mahmut tarafından, Araplara Tükçeyi öğretmek amacıyla yazılmış bir eserdir. Karahanlı Türkçesi kullanılarak yazılan eser, dünya genelinde Türk Dilbilimi hakkında yapılan tüm araştırmalara kaynak olmuş bir eserdir. Eser, Kaşgarlı Mahmut tarafından detaylı bir keşif sonrası yazılmıştır.


Yazar öncelikle, o dönemde Türklerin yaşadığı her yeri karış karış gezmiş, onların yaşam tarzı ile örf ve adetleri hakkında bilgiler edinmiştir. Türklerin yaşayışı incelenerek, Türk dili ve gelenekleriyle ilgili bilgilerin en ince ayrıntısına kadar yer aldığı eser, birçok araştırmada kullanılmış olup, Türk diline olumlu yönde büyük katkılar sağlamıştır.

Kaşgarlı Mahmut, 11.yüzyılda sözlük yazma ve düzenleme işleriyle uğraşan bir dilbimci olarak tanınmıştır. Bu kadar tanınmasına vesile olan şey ise, Türk dili hakkında yaptığı araştırma ve çalışmalardır. Gerçek adı Mahmud Bin Hüseyin Bin Muhammed El Kaşgari olmakla birlikte, Karahanlılar döneminin ilk Türk bilgini ve Divanû Lügati’t Türk’ün yazarı olması, Kaşgarlı Mahmut adıyla anılmasını sağlamıştır.


Kaşgarlı Mahmut’un Yaşamı

Doğum tarihi kesin bilgi olmasa da tarihi kaynaklarda 1008 Kaşgar doğumlu olarak bahsedilen dilbilimci, Karahanlı soyundandır. Karahanlı soyundan Muhammed Bin Hüseyin ile Bibi Rabiy’a Al Basrî’nin çocukları olarak dünyaya gelmiştir. Ailesi önceleri Barsgan şehrinde yaşarken, sonrasında o dönemin önemli kültür merkezlerinden birisi olan Kaşgar’a yerleşmiş. O sıralarda ülkede yaşanan taht kavgaları sebebiyle şehzadelerle birlikte babası zehirlenerek öldürülmüş, Kaşgarlı Mahmut da canını kurtarmak için kaçmak zorunda kalmıştır. Hilelerle tahta geçen İbrahim Han, Kaşgarlı Mahmut’un peşini bir türlü bırakmayarak her fırsatta onu öldürmeye çalışmıştır. Bu nedenle, sürekli yer değiştirerek, her bölgede farklı bir takma adla yaşamak zorunda kalan dilbilimci, Kaşgarlı Mahmut adıyla tanınmıştır.

Kaşgarlı Mahmut, sağlam eğitim alan, asil, bilgili, Arapça ve Farça dillerini bilen, Türk bilimi hakkında da geniş araştırmalar yapmış bir kişiliktir. Türklerin ilk ansiklopedisi ve sözlüğü olarak bilinen eserini ortaya koymak için, 20 yıla yakın bir süresini, Orta Asya, Bağdat gibi Türklerin yaşadığı şehirleri gezmekle geçirmiştir. Türklerin kültürünü yerinde inceleyerek yaptığı araştırmalar sonucu elde ettiği bilgileri, önemli bir kültür merkezi olarak gördüğü Bağdat’a yerleşerek derleyip kaleme dökmüştür.

Divan’u Lügati’t Türk adlı eserini yazdıktan sonra, dünya genelinde tanınan ve önemli dilbilimcilerden birisi olarak kabul edilen Kaşgarlı Mahmut, çeşitli konularda kendisine danışılan, hatta medreselerde çeşitli konularda eğitim veren bir bilgin olarak kabul edilmiştir.

Eserlerini, Türk şehirlerinin her karış toprağını gezerek yazan ve Tükçe’yi resmi dil kabul eden Kaşgarlı Mahmut’a, Karahanlı Devleti her konuda destek sağlamıştır. Sadece dilbilimci değil, ilk Türk haritacısı olarak da bilinen Kaşgarlı Mahmut, etnograf ve filolog kimlikleriyle, asil ve bilgili kişiliğini ortaya koymuştur.


Kaşgarlı Mahmut’un Eserleri

En önemli eseri, Türkçe’nin Arapça ve Farsça karşısında üstün bir dil olduğunu anlattığı Divanû Lügati’t Türk’tür. Bu eser, günümüzde hala muhafaza altınadır. Onun haricinde, Kîtabı Cevâhir el-Nahvi fî Lügati’t Türk adlı bir eseri daha vardır. Kaşgarlı Mahmut bu eserinde de, Türk topluluklarının yaşayışları, Türk şehirlerinin adları, grameri ve gelenek göreneklerini ayrıntılı şekilde anlatmıştır. Ancak ikinci eseri bulunamamıştır.


Kaşgarlı Mahmut’un Ölümü

Kaşgarlı Mahmut, yaptığı gezi ve araştırmalar sonucunda eserlerini yazdıktan sonra, ülkenin önde gelen bilginlerinden birisi olarak tanınmaya başlamıştır. Eserleriyle, dünyaya nam saldığı 1080 yılında, eğitim ve kültür hayatının temellerinin atıldığı Kaşgar’a dönmüştür. Kaşgar’da, önemli bir kişilik olarak karşılanmış, Türk kültürüne olan katkılarını, medreselerde yüzlerce öğrenci yetiştirerek devam ettirmiştir. 1105 yılında hayata gözlerini yuman ünlü dilbilimci, hayatının belirli bir döneminde ders verdiği Mahmudiye Medrese’si yakınlarına gömülmüştür. Ölümünden sonra, ders verdiği öğrenciler tarafından, kendisine duyulan minnetin bir göstergesi olarak mezarı türbeye dönüştürülmüş ve ziyarete açılmıştır. Dört defa restore edilen türbe, Doğu Türkistan’ın Kaşgar şehrinde yer almaktadır. Kaşgarlı Mahmut’un türbesi, asil kişiliğine yakışacak şekilde düzenlenmiştir.

Kaşgarlı Mahmut
Kaşgarlı Mahmut

Kaşgarlı Mahmut, islamiyet kabul edildikten sonra Türk milliyetçiliğinin temsilcisi olarak görülmüştür. Türklerin yaşayışı, gelenekleri, görenekleri ve yaşam tarzları hakkında, bizzat Türk şehirlerini gezerek öğrendiği bilgileri, en ince ayrıntısına kadar Divanû Lügati’t eserine yazan Kaşgarlı Mahmut, Türk edebiyatında kendisine unutulmaz bir yer edinmiştir. Eğitim öğretim yaşına geldikten sonra, Sacidiye ve Hamidiye medreselerinde öğrenim görüp, sonrasında kendini Türk dilini incelemeye ve Türkçenin güzelliklerini ortaya çıkararak üstünlüğünü vurgulamaya adamıştır.

Kaşgarlı Mahmut, dünya çapında tanınmasının yanında, yaptığı çalışmalarla bu tanınmayı gerçekten hak eden bir kişiliktir. Aldığı sağlam eğitim, her konuda kendini geliştiren yapısı ve Türkçe’ye verdiği değer sayesinde araştırmacı, dilbilimci, filolog ve haritacı kimliklerinin hepsine aynı anda sahiptir. Türkler hakkında yaptığı araştırmalar ve Türk diline kazandırdıkları sayesinde, her Türk tarafından tanınması gereken birisidir. Zaten eserleri sayesinde sadece Türkler değil, tüm dünya tarafından tanınmaktadır. Türkçe sözlük ve Türkdili deyince akla gelen ilk eser olan Divanû Lügati’t Türk sayesinde, bugünün gençleri bile Kaşgarlı Mahmut’u tanımaktadır.

Divanû Lügati’t Türk

Kaşgarlı Mahmut kimdir denildiğinde, herkesin aklına Divanû Lügati’t Türk gelmektedir. Eserin, içeriği oldukça zengindir. Türk dilinin ilk sözlüğü ve ansiklopedisidir. Türk dilini Araplara öğretmek ve Türkçe’nin diğer dillerden daha üstün bir dil olduğunu vurgulamak amacıyla kaleme alınmıştır. Türklerin yaşayışı, bölge bölge örf ve adetleri ile ilgili bilgiler de, eserde yer alan bilgilerdir. Divanû Lügati’t Türk’te ayrıca, o dönem Türklerin yaşadığını gösteren bir harita da vardır. Eser, Karahanlı döneminde Yusuf Hac Hacib tarafından yazılan ve dönemin bir diğer önemli eseri olan Kutadgu Bilig’le birlikte, günümüze kadar gelmiştir.

Divanû Lügati’t Türk, Kaşgarlı Mahmut’un tanınmasını sağlayan eseridir. Ayrıca, Kaşgarlı Mahmut hakkında bilinenlerin çoğu, eserden alınmıştır. Doğum tarihi ve doğduğu şehir, eserinde kullanıldığı ifadelerden anlaşılmaktadır. Türkçe haricinde, Arapça ve Farsça’yı da iyi bilmektedir. Eserinde, Türkçe kelimelerin karşılıklarını Arapça olarak göstermiştir.

Kaşgarlı Mahmut hakkında bilinen herşey, eserinde kendinden bahsederken verdiği ipuçlarından alınan bilgilerdir. Kaşgar’da doğup büyüse de, aslen Barsganlı olduğu, eserindeki ifadelerden anlaşılmaktadır. Yine 11. yüzyılda ve Karahanlı Devleti döneminde yaşadığı, eserinde kendi hakkında anlattıklarından yola çıkılarak elde edilen bilgilerdir. Eserini, Abbasi halifesine sunarken Kaşgarlı Mahmut, Türklerin yaşadığı yerleri bizzat karış karış gezdiğini ve yaptığı derlemelerle Türkçe’nin üstünlüğünü anlattığını ifade etmiştir.

Divanû Lügati’t Türk eserinden sonra Kaşgarlı Mahmut, başta Türk devleti olmak üzere, dünyanın tüm ülkeleri tarafından tanınmış, Türkçeye önemli katkılar sağlayan dilbilimci olarak tarih sayfalarında yerini almıştır..

Çiçero Kimdir, Çiçero’nun Hayatı..


Çiçero Kimdir, Çiçero’nun Hayatı

    
Çiçero Kimdir, Çiçero’nun Hayatı
Çiçero Kimdir, Çiçero’nun Hayatı

Çiçero Kimdir

Çiçero dendiği zaman insanın aklına ilk gelen isim, MÖ 50’lerde yaşamış ve kısaca Cicero olarak tanınan Marcus Tullius Cicero’dur. Romalı bir devlet adamı olan Cicero, aynı zamanda bilgin, hatip ve yazar olarak tanınmaktadır. Felsefe öğrenimi alan Cicero, Yunan düşüncesini sonraki kuşaklara aktaran kişidir. Peki Türk Çiçero kimdir?

Makalemizde sözü edilecek kişi bu Cicero değildir. Arnavut asıllı bir Türk olan İlyas Bazna’dan bahsedeceğiz. 1904 yılında o sıralar Osmanlı topraklarında olan Arnavutluk’ta dünyaya gelen Elyesa Bazna, bugün dünyanın en tuhaf, belki de en komik casusu olarak tanınmaktadır. Ancak yaşamını konu alan bir film çekilmeseydi, Çiçero olarak anılan İlyas Bazna’yı tanıyan ve yaptıklarını bilen bu kadar insan olmazdı.



Çiçero’nun Hayatı

Gerçek ismi ile Elyesa, bir işte sebat gösterecek cinsten biri değildir. Fransa’da bisiklet çaldığı için başı derde girmiş ve hapis bile yatmıştır. Birçok işe girmiş çıkmış, sonunda İstanbul’a gelmiş ve önce Yugoslavya sonra Almanya elçiliğinde uşak olarak çalışmaya başlamıştır. Ancak fazla merakı yüzünden bu işlerden kovulmuştur. Elçiliğe gelen mektupları okuyordu. Bir sonraki işi bu defa İngiliz Elçiliği’nde yine uşak olarak çalışmaktır. Ama bu defa talih ona çok farklı bir gelecek hazırlamıştır. Yıllar sonra en komik casus olarak adlandırılacak ve bütün dünyada tanınmasına yol açacak hikayesi burada başlar. O sırada 40 yaşındadır.

Fazla merakı burada da kendisini rahat bırakmamış ve bir gece gizlice İngiltere Büyükelçisi’nin yatak odasına girmiş ve çantasından çıkardığı çok gizli belgelerin fotoğraflarını çekmiştir. Sonra da Alman Büyükelçiliği’ne giderek bu fotoğraflara karşılık 20 bin sterlin istemiştir. Bu Naziler için büyük bir nimettir ve para hemen ödenir. Yıl 1943 ve İkinci Dünya Savaşı’nın en hareketli günleri. Belgelerde, Türkiye ile İngiltere arasındaki gizli anlaşmalar, İngiliz casusların isimleri, Rusların müttefiklerden talepleri ve daha birçok bilgi bulunmaktadır.

Çiçero kimdir diye merak edenlerin karşısına, gerçekten basit bir yaşamdan bir anda büyük bir casusa dönüşümün hikayesi çıkar. Çiçero adını kendisine takan Almanlar olmuştur. Daha sonra Çiçero’ya yeni bir fotoğraf makinası verilmiş ve getireceği yeni fotoğraflar karşılığında her defasında 15 bin sterlin ödenmesine karar verilmiş. Gelen belgeler olağanüstüdür. Yine de Almanlar şüphe ederler. Hatta Sovyetler’in Nazi işgali altındaki Sofya’yı bombalayacaklarını öğrenmelerine rağmen birşey yapmazlar. Ama bombalama gerçekleşir ve 4 bin kişi yaşamını kaybeder. Bu olay belgelerin doğru olduğunu bir kere daha kanıtlar.

Ancak Çiçero bu işte ustalaştığını düşünüp daha fazla para talep etmeye başlar. Almanya’dan yepyeni sterlinler gelir.

Bu casusluk faaliyetlerinden Almanlar, Türkiye’nin savaş sonuna doğru strateji değiştirdiğini ve İngilizler ile işbirliği yaptığını da öğrenirler. Almanlar için yenilginin kaçınılmaz göründüğü o sırada, İngilizler Trakya’da bir havaalanı yapmayı ve Romanya’daki Alman tesislerini vurmayı planlamıştır. Almanya’nın buradaki petrol tesislerine ihtiyacı vardı. Üstelik Marmara Denizi İngiliz denizaltılarına açılacaktı.

Ancak bu bilgilerin Almanların elinde olması İngilizler’de ve bizde şok yaratmıştır. Ama durum anlaşılmadığı için Elyesa casusluk çalışmalarına devam etmiştir. Diğer yandan yaşam kalitesi giderek artmakta ama bu durum kimsenin dikkatini çekmemektedir. Birikimi neredeyse 300 bin sterlini bulmuştur.


Bu dönemde Almanlar gelen bilgilerin bir kısmını kullanırken bir kısmını dikkate almamışlardır. Casuslar dünyasında da bazı numaralar vardır. Bazı bilgiler gerçektir ama bazı bilgiler ikili oyunda kullanılabilir. Almanlar bir süre sonra Çiçero’dan kuşkulanırlar. Çiçero ikili oynayan bir casus olabilir. Ama böyle bir durum yoktu ve Almanlar belki de tarihin akışını değiştirecek bir fırsatı kaçırmış oldular. Örneğin Normandiya çıkarmasının yapılacağını biliyorlardı.

Bu arada İngiliz ve Amerikan gizli servisleri Ankara’da istihbarat konusunda bir zayıflık olduğunu ve Nazilere bilgi aktarıldığını farkettiler. Ama İngilizler Çiçero’yu da sorgulamışlar ve onu, yabancı dil bilmeyen kafasız biri olarak raporlamışlardır. Ama Çiçero, çelik kasayı bile, alarmın sigortasını çıkararak açabiliyordu. Buna rağmen İngilizlerin çabaları ile Çiçero tutuklanmıştır ama sonra serbest bırakılmıştır. 

Çiçero Ne Demek

Milattan önceki yıllarda yaşamış Cicero’nun, yıllar sonra bir casusun kimliği olarak karşımıza çıkması, bir yandan büyük düşünür ve devlet adamı Cicero’yu bugün anmamıza neden olurken, bir yandan da İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmış büyük bir casusluk hikayesini bugün gözler önünde sermektedir. Çiçero ne demek anlamak için her iki isimden de bahsetmek gerekiyor.

çiçero kimdir
çiçero kimdir

İlginç olanı şudur ki casusluk yaparken kendisine verilen Çiçero ismini Elyesa Bazna çok sonra öğrenmiştir. Çiçero adı ilk olarak 1950 yılında Almanya Büyükelçisinin kaleme aldığı anılarında ve İngilizlerin bu casusluk olayını açıkladıkları belgelerde yer almıştır.

Elyesa’nın casusluk macerası, elçilikte görevli sekreterin Amerika’ya sığınması ile biter. Birşeylerin açığa çıkmasından endişe duyan Çiçero, istifa eder. Savaş bitince de İstanbul’a taşınır ve evlenir. Müzik öğretmenliği, ikinci el araba alım satımı ve müteahhitlik işleri yapar. Ama beklenmedik bir şey olur. Polisler gelir ve harcamalarda kullanılan paraların sahte olduğunu söyler. Naziler savaş sırasında İngiliz ekonomisini baltalamak için sahte sterlinler basmışlardır. Elyesa’ya yapılan ödemelerde de bu sahte paralar kullanılmıştır. Bunun üzerine Çiçero Almanya’dan tazminat talep eder ama birşey alamaz. Ancak iltica talebi kabul edilir ve kendisine bir maaş bağlanır.

Evet Çiçero kimdir merak edenleri böylesine renkli ve sıradışı bir yaşam öyküsü bekliyor. Elyesa Bazna 1970 yılında, 66 yaşında, Almanya’da yoksulluk içinde ölmüştür. Öldüğü günlerde gece bekçiliği yapıyordu. Kendisine neden böyle bir iş yapıldığı sorulduğunda sadece para için yaptığını söylemiştir.